Dere yataklarında yerleşim olmayacağını… Mimar Sinan’dan ilham almadan köprü yapılmayacağını… Rant iştahıyla yapılan şehir planlarının… Verilen imar ruhsatlarının akılla, bilimle bağdaşmayacağını… Vadi içlerinde orman emvali depolanmayacağını… “Doğal afetler tarihi”ne itibar etmemenin… İşin ehline kulak vermemenin sonuçlarının ağır olacağını… Ve sıralayabileceğimiz daha pek çok olumsuzluğu… Sanılanın aksine… Herkes biliyordu!
Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez “Kırmızı Pazartesi” adlı romanında, herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsünü anlatır…
Marquez, yalnızca bir “cinayet”in arka planını değil…
Bir halkın ortak davranış biçimlerinin portresini çizer…
Romanın kahramanı Santiago Nazar’ın öldürüleceği daha romanın ilk satırlarından bellidir…
Ancak sonun baştan belli olması kitabın sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmez!
●●●
Yıllar sonra romanı yeniden hatırlıyorum…
Bilinçaltımda…
Cinayet sözcüğü, yaşadığımız ve acıları henüz taze olan sel felâketi ile yer değiştiriyor!
Evet…
Ne yazık ki, herkes her şeyi biliyordu!
Dere yataklarında yerleşim olmayacağını…
Mimar Sinan’dan ilham almadan köprü yapılmayacağını…
Rant iştahıyla yapılan şehir planlarının…
Verilen imar ruhsatlarının akılla, bilimle bağdaşmayacağını…
Vadi içlerinde orman emvali depolanmayacağını…
“Doğal afetler tarihi”ne itibar etmemenin…
İşin ehline kulak vermemenin sonuçlarının ağır olacağını…
Ve sıralayabileceğimiz daha pek çok olumsuzluğu…
Sanılanın aksine…
Kırmızı Pazartesi’de başka bir bağlamda anlatıldığı gibi herkes biliyordu!
●●●
Herkes biliyordu…
Ama biz…
Sahte “bir mutluluk masalı” yazma/yaşama isteğiyle can atıyorduk…
Giresun’un Dereli’sinde…
Sinop’un Ayancık’ında…
Kastamonu’nun Bozkurt’unda ve ülkemizin daha pek çok yöresinde gerçeğe sırtımızı dönüyor…
“Görmüyor, bilmiyor, duymuyor”muş gibi yapıyor…
“Üç maymun”u oynamayı sürdürüyorduk…
●●●
Akılla…
Mantıkla…
Bilimle bağımızı büyük bir “iştah”la koparıyor…
Uyarmaya çalışanları da “münafıklar” olarak yaftalıyorduk…
“Geç kapitalizm”in anlaşılabilir motivasyonuyla…
“Hemen olsun, benim olsun, nasıl olursa olsun” hırsı…
Ve “hadi boş yapma” sıradanlığıyla…
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorduk…
●●●
Özü itibarıyla benzer bir süreç “İstanbul depremi” konusunda da işliyor…
Bunun notunu da bu yazıya düşmüş olalım.
17 Ağustos 1999’dan bu yana…
Bitmek tükenmek bilmeyen uyarılara kulak tıkayarak…
Devasa ölçekteki bilimsel verinin hakkını teslim etmek yerine…
22 yıllık kocaman bir süreyi heba ettik.
●●●
Tüm acılarımıza rağmen…
Sel görüntülerine tekrar tekrar ve ibret alarak bakalım…
Aslında bir Türkiye fotoğrafıdır bu.
Yöneteni, yönetileniyle…
İçinde hepimiz varız.
“Kimin sorumluluğu daha fazla?” sorusuna kafa yormak, “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” tartışmasında nefes tüketmeye benziyor.
●●●
Karşılaştığımız tablo elbette çok ağır…
Yüreklerimiz elbette yanmaya devam ediyor…
Peki, bu bir şeyi değiştiriyor mu?
Maalesef hayır.
Bunu, Dereli’de hiçbir şeyden ders alınmamışçasına dere yatağına yeniden inşa edilen “afet konutları”na bakarak anlamak mümkün.
Kamusu, siviliyle…
Ortak aklın Bozkurt’ta, Ayancık’ta ve selden etkilenen diğer yörelerde nasıl hareket edeceğini ise önümüzdeki günlerde göreceğiz.
●●●
Ancak şunun altını çizelim:
Geleceğimizi sağlıklı bir biçimde yeniden kurabilmek için…
Arama-kurtarma ve yardım çalışmalarında sergilenen performanslarla övünmektense…
Geçmişten bugüne sorumluluklarımızın farkına vararak gereğini yapmaya çalışmak daha akıllıca olsa gerek.
●●●
Kaybettiğimiz canlarımıza Allah’tan rahmet…
Yaralarını sarmaya çalışan kardeşlerimize kolaylık ve sabır dileyerek…
Yazımızı…
Kırmızı Pazartesi’nin kahramanı Santiago Nazar’ın son sözleriyle bitirelim:
“Beni öldürdüler Wene Hala.”
Mehmet Yücel