“Ne yaparsak yapalım sonuçta hiçbir şey fark etmiyor.”
“Yapamayacağım.”
“Hangi işim(iz) düzgün gitti ki bu gitsin!” şeklinde özetleyebileceğimiz düşünceler, bilim dünyasının her zaman ilgisini çekmiş…
Arada sırada “memleket kara suları”ndan biraz uzaklaşıp “kafa dinlemeli” insan…
“Yelken”leri bambaşka ufuklara doğru şişirmeli…
“Mavinin dinginliği”ni çekmeli içine…
Var mısınız, bugün öyle yapalım.
Haydi o zaman…
Demir alma vaktidir…
Vira Bismillah…
●●●
Fillerin nasıl eğitildiğini merak ettiniz mi hiç?
Filler, o kocaman cüsseleriyle nasıl kontrol altında tutulabiliyor?
Çok basit bir yöntemi varmış meğer…
Eğitilecek olan fil daha yavruyken kalın bir zincirle bacağından bir kazığa bağlanıyor ve kaçması engelleniyormuş…
Yavru fil defalarca kaçmayı deniyor… Fakat zinciri koparmaya da, yere çakılmış olan kazığı sökmeye de gücü yetmiyormuş…
Yıllar geçiyor, yavru fil zincire bağlı bir şekilde bekleye bekleye büyüyormuş…
Fil, gün gelip zinciri koparabileceği, kazığı sökebileceği güce eriştiği halde kaçmayı denemiyormuş bile…
İncecik bir halatla bağlı olsa da alıp başını gitmiyormuş…
Çünkü artık kurtulamayacağına inanıyormuş!
O alanın dışına çıkamayacağını “öğrenmiş” oluyormuş böylece.
Hâlbuki kıramayacağı şey bağlı olduğu zincir değil, içine yerleşen çaresizlik duygusuymuş.
●●●
Benzer bir davranışın pirelerde de olduğu görülüyor…
Pireler, bulundukları noktadan tek hamlede 60 cm. yüksekliğe sıçrayabiliyor…
İşte bu özelliklerine dayanan bir deney yapılıyor…
Sonuçlar ilginç…
Pire, üzerinde saydam bir kapak bulunan 30 cm. derinliğindeki bir kavanoza konuyor…
Kavanoz alttan ısıtılıyor…
Ayağı yanan pire, sıçrayarak kurtulmak istiyor…
Ama her seferinde üstteki kapağa çarparak yere düşüyor…
Nihayet sıçramaktan vazgeçiyor ve kaderine razı oluyor.
Sonra kavanozun cam kapağı kaldırılıyor…
Tecrübeli pirenin yanına yeni bir pire daha konuyor.
Kavanoz yine alttan ısıtılıyor…
Ayağı yanan yeni pire sıçrayarak kurtuluyor… Ama tecrübeli pire sıçramaya teşebbüs dahi etmiyor.
Tabanlarının yanmasının onun kaderi olduğunu sanıyor!
●●●
Bir örnek de deniz canlılarından gelsin…
Baraküda balığıyla yapılmış bir deneyden…
Onda da sonuç aynı…
Bir baraküda balığı ve uskumrular kocaman bir fanusun içine konuyor…
Aralarına da kalın bir cam yerleştiriliyor… Ki, baraküda, uskumruları yiyemesin…
Uzun bir süre aç bırakılan baraküdanın uskumrulara saldırması bekleniyor…
Beklendiği gibi de oluyor…
Baraküda saldırıya geçiyor ancak defalarca cama çarpıyor…
Çarpıyor, çarpıyor…
Ne camı kırabiliyor ne de aradaki camı kaldırıyorlar.
Baraküda bir süre sonra kendi etrafında dönerek yüzmeye başlıyor…
Başka hiçbir yere gitmiyor.
İlerleyen zamanlarda cam aradan alınıyor…
O da ne?
Baraküda uskumrulara yaklaşmıyor bile…
Eski rotasında dönmeye devam ediyor…
Çabalamaya devam etse…
Kendi etrafında dönmek yerine gezdiği alanı daha geniş tutsa belki aç kalmayacak.
Ama pes ediyor ve avlamak istediği uskumruları kaybediyor.
Kabulleniyor durumunu!
●●●
Örnek çok…
Daha fazlasına meraklanıyorsanız, “kıyı”ya döndüğümüzde “Google Amca” sizi bekliyor…
●●●
Görüldüğü gibi…
“Ne yaparsak yapalım sonuçta hiçbir şey fark etmiyor.”
“Yapamayacağım.”
“Hangi işim(iz) düzgün gitti ki bu gitsin!” şeklinde özetleyebileceğimiz düşünceler, bilim dünyasının da her zaman ilgisini çekmiş…
Bu düşünce tarzı, psikolojinin ve sosyal psikolojinin de odaklandığı konulardan biri olmuş…
Anlattığımız örnekler…
Ünlü Rus bilim adamı Pavlov’un çalışmalarından ilham alan Amerikalı Psikoloji Profesörü Martin Seligman ve arkadaşlarının 1967 yılında hayvanlar üzerinde yaptığı bir dizi deneyden sonra “öğrenilmiş çaresizlik” adıyla kavramsallaştırdığı çalışmanın sonuçlarını da destekliyor.
Elde edilen sonuçlar daha sonra insanlar üzerinde yapılan deneylerle de, tüm organizmalara genellenebilir bir olgu haline gelmiş durumda.
Seligman, teorisini şöyle özetliyor:
“Bir kişi ne zaman yaptığı şeyin küçük de olsa bir fark yaratamayacağına ısrarla kendini inandırırsa, kendini çaresiz hissedecek ve hiçbir şey yapmamayı tercih edecektir. Bu başarısızlığı kökten kabullenme durumudur.”
Çıkış yollarını da gösteriyor Seligman…
İlki, durumun başka türlü de olabileceğini hiç akıldan çıkarmamak.
İkincisi, hareket hâlinde olmak ve mutlaka bir şeyler yapmak…
●●●
Bir üçüncü yardımcı yol da Polonya asıllı Amerikalı sosyal psikolog Solomon Asch’ten geliyor…
Sosyal psikoloji alanında çalışmalar yapan Asch, insanın karar verme sürecinde çevresinin etkisinin ne denli önemli olduğunu anlamaya çalışan bir deney gerçekleştiriyor…
”Uyum deneyi” olarak da bilinen bu çalışmada Asch, deneklere iki ayrı kart gösteriyor…
Kartın birinde sadece A çizgisi var…
Diğerinde ise A, B ve C şeklinde üç farklı boyda çizgi bulunuyor…
Deneklere birinci kartın üzerindeki A çizgisinin ikinci kartta hangisi olduğu soruluyor…
Deney aslında her zaman doğru cevap verilebilecek kolaylıkta tasarlanmış…
Nitekim tek başınayken yanlış cevap veren çıkmıyor.
Fakat denekler, kendilerine yardımcı olunacağı bilgisiyle farklı bir grubun içine yerleştirilince deney gereği yanlış bilgi vermek üzere orada bulunan diğer kişilerin etkisiyle yanlış cevaplar vermeye ve A yerine B çizgisini göstermeye başlıyorlar…
Öyle ki, deneklerin dörtte üçü kendisinden önce cevap verenlerin yönlendirmesiyle yanlış olduğunu bile bile A yerine B cevabını veriyor…
Ancak ne zaman ki, grubun içinden herhangi bir kişi;
“Hayır kardeşim… Ne B’si, basbayağı A işte!” diyerek kararlı bir tavır sergiliyor, o anda deneklerin tavrı tamamen değişiyor…
Ve yanlış cevap verme eğilimi sona eriyor!
●●●
Pupa yelken gezip dolaştık…
İyi yapmadık mı?
Nefeslendik hiç olmazsa…
Fırsat buldukça değişik sulara yelken açmakta yarar var…
Yoksa rutinin içinde “boğuluyor” insan!
Mehmet Yücel