Çevre duyarlılığı ve teknolojik gelişme… “Hep sorunlu bir ilişkileri var” ve “birbirlerinin rakibi”ymiş gibi bir algı gözlemleniyor… Sanki, “biri söz konusu olduğunda, diğeri bundan mutlaka olumsuz etkilenir”miş gibi bir bilinçaltı… Gerçekten öyle mi? Dünyamız ve insanlık ne durumda? Neler yapılmalı? WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem, bugüne ve geleceğe ilişkin düşüncelerini GasteTECH’e anlattı…
Mehmet Yücel
∎ İsterseniz WWF-Türkiye’yi (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) tanıyarak başlayalım… Nasıl başladı, nereye geldi?
Aslında her şey 1975 yılında kurulan Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) ile başlıyor. Bugün ülkemizde doğa korumanın sembolü haline gelmiş kelaynakların dramatik hikâyesini bilirsiniz. Aşağı Fırat Havzası’nda yaygın bir göçmen kuş türüyken, o yıllarda kullanımı artan tarım kimyasallarıyla yok olmanın eşiğine gelir. Çevre sorunlarının ülkemizde yeni yeni fark edilmeye başlandığı o yıllarda bir grup insan DHKD’yi kurar ve konuyu ulusal gündeme taşıyarak paydaşları harekete geçirmek üzere bir çalışma başlatır. Bugün Birecik’teki koruma istasyonunda sayısı 250’yi aşan kelaynak, ülkemizde kamu, sivil toplum ve bilim işbirliğiyle yazılmış önemli bir başarı hikâyesidir.
∎ Kelaynaklar konusunu hangi çalışmalar izliyor?
1980’lere gelindiğinde DHKD’nin adı bu defa, üniversite yıllarımda benim de dikkatimi çeken, tehlike altındaki Caretta caretta türü denizkaplumbağalarının Dalyan sahillerindeki yuvalama kumsallarının korunmasına yönelik haberlerle anılmaya başlıyor. 1990’larda, WWF, Birdlife, Wetlands Int. gibi uluslararası kuruluşlarla işbirliği içinde ulusal uzmanların katılımıyla bilimsel ölçütlere göre belirlenen ve bugün doğa koruma alanında önemli birer referans kaynağı olarak kullanılan Türkiye’nin “Önemli Kuş ve Alanları” ve “Önemli Bitki Alanları” ile birlikte Derneğin popülaritesi hızla artıyor. Nihayet, 2001 yılında dünyanın en büyük doğa koruma ağı olan WWF’e (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) katılarak, kelaynakla başlayan yolculuk panda ile evrensel ölçeğe taşınıyor.
∎ WWF-Türkiye’nin temel misyonu…
Misyonunu, “Biyolojik çeşitliliği korumak ve yenilenebilir kaynakların sürdürülebilir kullanımını sağlamak suretiyle, insanın doğayla uyum içinde yaşadığı bir geleceği inşa etmek” olarak tanımlayan WWF-Türkiye’nin temel ilkeleri, bilimsel veriler ve yenilikçi yaklaşımları esas almak, belirli esaslar çerçevesinde kamu, özel sektör, bilim dünyası ve yerel toplumla işbirliği yapmak, alan bazlı projelerle ilham verici uygulama örnekleri sergileyip çözüm önerileri geliştirmek…
Kurum bugün, deniz ve kıyılardan tatlısu kaynaklarına, sulak alanlardan, gıda ve tarıma, yaban hayatından iklim değişikliğine kadar geniş bir çerçevede gerçekleştirmeye çalıştığı bu misyonunu, sayısı elliye varan bir profesyonel ekiple yürütüyor. Aynı zamanda bir sivil okul işlevi de gören kurumda yetişmiş çok sayıda doğa korumacı bugün deneyimli uzmanlar olarak ülkemize hizmet veriyor. Daha kapsamlı bilgi için web sitelerimiz (*) ve sosyal medya hesaplarımız ziyaret edilebilir.
Hedefin epey uzağındayız
∎ Küresel ısınmanın olumsuz etkilerini tüm dünya yaşıyor… Daha fazla zaman kaybına tahammülümüz yok. Bu çok açık… Buna rağmen neden bir türlü mesafe kaydedilemiyor?
İklim konusunda şimdiye kadar dünya ölçeğinde gelinen en son aşama, 2016 yılında kabul edilen ve 2020’den itibaren geçerli olan Paris Anlaşması. Anlaşma kapsamında küresel ortalama sıcaklık artışının sanayi devrimi öncesine göre 1,5-2oC ile sınırlandırılması hedefleniyor. Bu çerçevede bütün ülkelerin, emisyon azaltımına yönelik hedeflerini beyan etmeleri, bu hedefleri 5 yılda bir güncellemeleri ve sağladıkları ilerlemeyi raporlamaları bekleniyor. Paris Anlaşması’na şimdiye kadar 190 ülke taraf oldu ve emisyon azaltma hedefi koydu. Ancak bu ülkelerin emisyon oranları ve gelişmişlik düzeyleri birbirlerinden farklı. Bu nedenle taraf ülkeler arasında emisyon azaltım sorumluluğunun adil paylaşımı çok tartışmalı. Diğer yandan BM Çevre Programı’na göre şimdiye kadar ortaya konan ulusal katkılar 1,5-2oC hedefinden epey uzakta olduğu gibi, ABD, Brezilya, Kanada, Güney Kore gibi bazı ülkelerin taahhüt ettiği emisyon azaltımını gerçekleştirmesi de mümkün görünmüyor. Sera gazı emisyonlarının azaltılması büyük bir ekonomik dönüşüm gerektiriyor.
“Şehirlerdeki altyapı yatırımlarının düşük karbonlu teknolojilerle yapılması ve kuraklık, sel gibi risklerin dikkate alınması şart.”
∎ Nasıl bir dönüşüm?
Atılması gereken adımların en önemlileri, enerji sektöründe fosil kullanımının terk edilmesi ve özellikle elektrik üretiminde en kirli yakıt olan kömürden çıkılması. Nitekim, aralarında İngiltere, Fransa, Almanya, Danimarka, Finlandiya gibi bazı ülkeler kömürlü elektrik üretiminden çıkış planlarını açıklamaya başladı. Ancak Türkiye, Çin, Hindistan, Polonya gibi birçok ülke de enerji ihtiyacının önemli bir kısmını önümüzdeki dönemde de kömürden karşılama hedefini sürdürme niyetinde. Yenilenebilir enerji kaynaklarının ucuzlamasıyla maliyet avantajını yitiren kömüre yatırımın devam etmesinin en önemli nedenlerinden biri hükümetler tarafından sağlanan teşvikler. Bir diğer önemli neden ise, yatırım planları yapılırken hesaba katılmayan çevresel maliyetler ve sağlık maliyetleri gibi dışsal maliyetler. Toplam emisyonların yaklaşık yüzde 75’ini üreten ve nüfus yoğunluğu ile iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek alanlar arasında bulunan şehirlerde de ulaşım, konut ve atık yönetimi gibi birçok alanda dönüşüm gerekiyor. Şehirlerdeki altyapı yatırımlarının düşük karbonlu teknolojilerle yapılması ve kuraklık, sel gibi risklerin dikkate alınması şart. Tüm bu alanlarda dönüşümün hızlanması için başta kamu olmak üzere, iş dünyası ve toplum nezdinde daha güçlü bir irade gerekiyor.
“İklim değişikliği yalnızca sıcaklık artışı ve buzulların kaybını değil, sosyal hayatımızı ve ekonomilerimizi derinden etkileyen bir ekolojik krizi de beraberinde getiriyor.
Her şeyin kaynağı doğa
∎ Dünyanın her yerinde yaşanan çeşitli doğa olayları, iklim değişikliğini her geçen gün biraz daha görünür kılıyor… Böyle devam edersek yakın gelecekte bizi neler bekliyor?
İklim değişikliği yalnızca sıcaklık artışı ve buzulların kaybını değil, sosyal hayatımızı ve ekonomilerimizi derinden etkileyen bir ekolojik krizi de beraberinde getiriyor. Ormansızlaşma, tarımda verim düşüklüğü, biyolojik çeşitlilik kaybı, salgın hastalıklar, kuraklık ve seller, suya erişim güçlüğü gibi bir dizi sorundan bahsedebiliriz. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2018 yılında yayımladığı “1,5oC Küresel Isınma iklim Değişikliği Özel Raporu”, küresel ısınmayı 2oC’nin altında tutamazsak, artan yangınlarla yağmur ormanlarını kaybedebileceğimize dikkat çekmişti. Raporun yayınlanmasını takiben, 2019 sonu ve 2020 başında Avustralya’da çıkan yangınlarda toplam 8,6 milyon hektar, Brezilya Amazonları’nda ise 2,2 milyon hektar alan yandı. Doğal yaşam alanlarının kaybı, pek çok canlı türü ve popülasyonunun ortadan kalkmasına neden oluyor.
∎ Canlı popülasyonundaki azalış çok can sıkıcı boyutlarda…
Evet, maalesef. WWF’in son “Yaşayan Gezegen Raporu”na göre, dünya genelinde omurgalı canlı türlerinin nüfusu son 50 yılda ortalama yüzde 68 azaldı. En çok kayıp ise yüzde 82 ile tatlısu ekosistemlerinde. IPCC’ye göre, dünyadaki sahil bölgelerinin yüzde 70’inde deniz seviyesi yükselebilir. Bu durum su baskınları sonucu çok sayıda insanın evsiz kalması bir yana zaten kısıtlı olan tatlı su kaynaklarının tuzlanmasına da yol açabilir. Bununla birlikte, iklim değişikliği, yalnızca uzak coğrafyalardaki buzulların erimesi, kutup ayılarının mahsur kalması, Amazon ormanlarının yanması gibi bize zaman ve mekân olarak uzak bir mesele değil; artık biz de çok yakından hissediyoruz. Özellikle, içinde bulunduğumuz Akdeniz Havzası, dünya üzerinde iklim değişikliğinden en çok etkilenen yerler arasında. Her yıl yeni sıcaklık rekorlarına, sıklaşan kuraklık dönemlerine ve doğal afetlere tanık oluyoruz. Tarımda verimlilik düşüyor. Sonuç olarak doğa kaybı bizleri de doğrudan etkiliyor. Çünkü beslenmeden sağlığa insanın ihtiyaç duyabileceği her şeyin kaynağı doğada.
“Dünyayı sarsan Covid-19 salgını da, Ebola, AIDS, MERS, SARS gibi son yıllarda sıkça yaşanan hayvan kaynaklı hastalıklar da, insanla doğa arasındaki yanlış ilişkiyi ortaya koyuyor.”
Doğa ne kadar sağlıklıysa…
∎ Bu çerçevede, koronavirüs pandemisini nasıl okumalıyız?
Bugün dünyayı sarsan Covid-19 salgını da aslında Ebola, AIDS, MERS, SARS gibi son yıllarda ortaya çıkan hayvan kaynaklı hastalıkların yeni bir örneği. WWF tarafından yayımlanan “Doğanın Yok Oluşu ve Pandemilerin Yükselişi” başlıklı rapor, bu tür hastalıkların ortaya çıkmasında ve yayılmasında insanla doğa arasındaki yanlış ilişkinin önemli rol oynadığını ortaya koyuyor. Bu tür salgınların son yıllarda artış göstermesi, yeni risklere maruz kalma ihtimalimizi de artırıyor. Oysa insanın sağlığı ile dünyamızın sağlığı ayrılmaz bir bütün… Yani doğa ne kadar sağlıklıysa biz de o kadar sağlıklı olabiliriz. Dünyanın herhangi bir yerinde, yaban hayvanlarının avlanması, yasadışı veya kontrolsüz ticareti, yabani ve evcil türlerin hijyenik olmayan koşullarda, hayvan pazarlarında bir araya getirilmesi, virüs gibi patojenlerin yabani ve evcil hayvanlardan insanlara geçme ihtimalini yükseltiyor. Doğal ekosistemlerin tahrip edilmesi, avlanma, hatta iklim değişikliği, yaban hayvanlarının daha önce karşılaşmadıkları türlerle etkileşime girmesini ve aralarındaki virüs alışverişini kolaylaştırıyor.
“İçinden geçmekte olduğumuz krizden gereken dersi çıkarmak için doğayla ilişkimizde yeni bir başlangıç yapmamız gerekiyor. Bize göre çıkış yolu, yeşil iyileşme. Daha az maliyetli ve daha çok istihdam sağlayan bir ekonomik kalkınma mümkün.”
∎ Sanırım giderek artan mobilite de hayatî bir sorun…
Kesinlikle. Uluslararası seyahat imkânlarının kolaylaşması da, pandemilerin daha hızlı yayılmasını sağlıyor. Bakın Çin’deki bir hayvan pazarında ortaya çıkan virüs Anadolu’un en ücra köşelerine kadar ulaştı. Ekonomiler çöktü. Şimdi en çok tartışılan soru şu: Bu krizden nasıl çıkacağız? Bir taraftan acil eylem planları devreye sokulurken diğer taraftan ülkeler yeni ekonomik programlar ve teşvik paketleri açıklıyor. Tam bu noktada, içinden geçmekte olduğumuz krizden gereken dersi çıkarmak için doğayla ilişkimizde yeni bir başlangıç yapmamız gerekiyor.
Bize göre çıkış yolu, “yeşil iyileşme”. Yani ekonomiyi canlandırma planlarına, doğayı da kapsayan yeni bir yaklaşım getirmeliyiz. Aksi takdirde bu tür yeni tehliklerle karşılaşmak sürpriz olmaz. Salgına karşı sürdürdüğümüz kolektif çabayı iklim sorunu, gıda güvenliği, biyoçeşitlilik kaybı gibi konularda da göstermemiz gerekiyor. Doğayı kirleten, tüketen, yok eden yatırımlardan artık vazgeçerek, bozduğumuz/kirlettiğimiz ekosistemleri geri kazanmamız, tarımda, enerjide, sanayide doğa dostu uygulamaları teşvik etmemiz, canlı türlerini ve doğal yaşam ortamlarını daha iyi korumamız gerekiyor.
Yeşil iyileşme ile bir yandan doğayı ve insan sağlığını korurken, daha sürdürülebilir, daha az maliyetli ve daha çok istihdam sağlayan bir ekonomik kalkınmanın mümkün olduğuna inanıyoruz. Önümüzde tarihi bir dönüm noktası ve yeni bir fırsat var. Başlatacağımız paradigma değişimi ile bu fırsatı iyi değerlendirebilirsek hem ekonomimizi güçlendirip istihdam olanaklarını arttırabilir, hem de salgın risklerine karşı sağlığımızı ve gıdamızı güvence altına alabiliriz.
“Pandemi ile birlikte daha net görüldü ki, insan doğanın ayrılmaz bir parçası ve doğanın sağlığı, insanın sağlığı için vazgeçilmez bir koşul.”
∎ Üretimden tüketime, eğitimden sağlığa hayatımızın tüm alanlarında yoğun bir değişim ve dönüşüm yaşıyoruz… Teknolojik gelişmeleri yakından izleyenler son yıllarda, “Gelecek sandığımızdan daha hızlı gelecek!” şeklinde bir görüşü sıkça dile getiriyordu… Pandemiyle birlikte görüldü ki, sanki “geldi” gibi! Bunun doğa ve çevre açısından yansımaları neler olacak, ne öngörüyorsunuz?
Gelişen teknolojinin ve yeniliklerin doğaya ve çevreye yansımaları farklı şekillerde olabilir. Fakat pandemi ile birlikte daha net görüldü ki, insan doğanın ayrılmaz bir parçası ve doğanın sağlığı, insanın sağlığı için vazgeçilmez bir koşul. Bu gerçeği artık daha net görebildiğimiz için yenilikleri geliştiren ekiplerin tasarımlarını, bu gerçekliği göz önünde bulundurarak yapmaları beklenebilir. Halen genel yaklaşım tarzı, kısa vadeli bireysel beklentileri veya faydaları, uzun vadeli toplumsal faydaların önüne koyuyor. Örneğin, akarsuyu kirletme pahasına en kısa zamanda en yüksek kârı elde etme kaygısı içindeyiz. Oysa uzun vadede bunun bedelini toplum ve doğa ödüyor. Bu sürdürülebilir değil. Bu noktada, doğaya ve topluma faydaları öne çıkan yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve teknolojilerin bu amaçla kullanılması için gerekli teşviklerin sağlanması yolunda “yeşil kalkınma” ya da son zamanlarda sık telâffuz edilen “yeni yeşil mutabakat” gibi yenilikçi politikaların hayata geçirilmesi ve etkin bir şekilde uygulanması önem kazanıyor. Bunun yanında, fosil yakıtlar gibi artık miadını doldurmuş kaynaklara bağımlı teknolojilere veya doğaya zarar veren vahşi madencilik gibi uygulamalara verilen teşviklerin durdurulması bile önemli bir yol katedilmesini sağlayabilir.
Teknolojiyi, ekonomik gelişimin çevresel etkisini en aza indirmek için kullanmak mümkün
∎ Çevre duyarlılığı ve teknolojik gelişme… Hep sorunlu bir ilişkileri var sanki… Ne düşünüyorsunuz?
Aslında, teknoloji bir araç. Bunu doğru kullanırsak hem insana hem de doğaya faydası olabilir. Yanlış kullanırsak ya da yönetebileceğimiz sınırların dışına çıkartırsak, ikisi için de felakete dönüşebilir. Aynen bir bardağını içtiğimizde bize şifa veren suyun sele dönüştüğünde hayatımızı yok edebilmesi gibi. İnsanı merkeze alan ve doğanın üstünde tutan mevcut gelişim anlayışı, teknoloji destekli sanayileşmenin yarattığı çevresel etkiyi bir dışsallık olarak gördü. İnsan ile ekolojik denge arasındaki etkileşimi dikkate almayan ve doğayı sınırsız ve bedelsiz bir kaynak olarak gören bu yaklaşımın sonucunda teknolojik gelişmeler yüklü ekolojik maliyetleri beraberinde getirdi. Elektriğin keşfi ve içten yanmalı motorların yaygınlaşması sonucu hayatımız pek çok alanda kolaylaşırken bunun bedelini erken ölümlere ve kronik hastalıklara yol açan hava kirliliği ve günümüzde iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarındaki artışla ödüyoruz.
Diğer yandan şehirleşmeyle birlikte yaşanan ekonomik refah artışı doğal yaşam alanlarının kaybına neden oldu. Farklı bir açıdan bakılarak insanın doğayla etkileşimi göz önünde tutulduğunda ise teknolojiyi, ekonomik gelişimin çevresel etkisini en aza indirmek için kullanmak mümkün. Geçtiğimiz 20 yılda hızla gelişen yenilenebilir enerji teknolojisi; ürünlerin yaşam döngüsünü dikkate alan, kullanım ömrünü uzatmayı, kaynak kullanımını azaltmayı ve atığı minimize etmeyi amaçlayan döngüsel yaklaşımlar ve son olarak doğa temelli çözümler buna örnek olarak gösterilebilir.
∎ Doğa temelli çözümler derken… Teknolojiden ve teknolojik imkânlardan nasıl yararlanılıyor?
Buna, yaban hayatının korunması için yaptığımız çalışmalardan örnek verebiliriz. Günümüzde teknoloji, yaban hayvanlarını izleme ve sayma şeklimizi tamamen değiştirdi. Özellikle hayvanları kendi gözlerimizle neredeyse hiç göremeyeceğiniz zorlu alanlarda ve koşullarda fotokapanlar, tehlike altındaki türleri izlemek için sahip olduğumuz en iyi araçlardan biri. Tek bir fotokapan ile binlerce yaban hayatı görüntüsü ile canlı popülasyonlarının gerçek durumunu değerlendirmek için ihtiyaç duyduğumuz verileri elde edebiliriz.
Uydudan izleme teknolojisi ile ormanlardaki değişimi, akarsulara salınan kirliliği, deniz kaplumbağalarının açık denizlerdeki göç ve beslenme alanlarını takip edebiliriz.
Drone ile izleme yöntemi de havadan yaban hayvanlarını ürkütmeden sayım yapmayı sağlayabildiği gibi aynı zamanda yaşam ortamlarını takip edebilmemize ve onlara yönelik tehditleri belirlememize yardımcı olabilir. Hatta WWF-Türkiye olarak, bozayı, saz kedisi, kurt, yaban domuzu gibi karasal ortamlarda yaşayan yaban hayvanlarını izlemek için fotokapanlardan yararlanıyoruz.
Uydu cihazları sayesinde Adana Akyatan Yaban Hayatı Geliştirme Sahası’nda yuvalayan yeşil deniz kaplumbağalarının göç rotalarını, beslenme ve kışlama alanlarını belirliyoruz. Hatta şu sıralar yaban hayatını izlemek üzere bir grup genç akademisyenle alana özgü bir drone ve yazılım programı geliştirmeye çalışıyoruz.
Veri elde etmek için vatandaşlarımızın bilgisinden faydalanmak üzere bir telefon uygulaması üzerinde çalışmamız devam ediyor.
Sonuç olarak, teknolojiyi doğru ve etkin kullanmak, her alanda olduğu gibi doğa koruma çalışmalarında da artık kritik öneme sahip ve biyolojik çeşitlilikteki düşüş eğilimini tersine çevirmek açısından umut verici.
“Özel sektörün, doğa ve çevreyle ilgili riskleri hesaplamadan ve bu riskleri etkili bir şekilde yönetmeden ya da minimize etmeden ekonomik sürdürülebilirliğini sağlaması mümkün gözükmüyor.”
Çevre konusunda daha duyarlı bir nesil geliyor
∎ Dijitalleşme, tüm yaşam pratiklerimizi değiştiriyor… Bu koşullarda nasıl bir çevreci bakışa ihtiyacımız var? Teknolojik gelişimin içinde yer alan aktörlere, doğa ve çevre hassasiyeti açısından nasıl bir bakış öneriyorsunuz?
Dünya Ekonomik Forumu’na göre bugün dünyanın karşı karşıya bulunduğu en büyük beş küresel risk şu ya da bu biçimde çevreyle ilgili… İklim sorunu, salgın hastalıklar, biyolojik çeşitlilik kaybı ve ekosistem tahribatı, su krizi, aşırı hava olayları… Bu risklerin karar vericiler ve toplum tarafından algılanması beklenen seviyede olmasa da, bu tartışmalarla birlikte dünyada gelişen yeni yaklaşımların etkilerini çok yakın zamanda daha yoğun bir şekilde hissedeceğiz.
Özel sektörün, doğa ve çevreyle ilgili riskleri hesaplamadan ve bu riskleri etkili bir şekilde yönetmeden ya da minimize etmeden ekonomik sürdürülebilirliğini sağlaması mümkün gözükmüyor. Su riski, iklim riski, diğer doğal kaynaklara ulaşma riski iş dünyası ve yerel yönetimler için öncelikli faktörler arasında yer alıyor. Örneğin, bir gölden su çekerek üretim yapan bir işletmenin uzun vadeli kârlılığı ve verimliliğinin o gölde ortaya çıkacak su kirliliğinden ve azalan su miktarından etkilenmesi kaçınılmaz. İşte bu kritik ilişkiyi kendiliğinden gören daha sorumlu bir bakış açısına ihtiyacımız var. Teknoloji geliştiren sektörler de benzer şekilde doğal kaynaklara doğrudan veya dolaylı bir şekilde bağımlı veya bu kaynakları kullanan kurumlara hizmet sunuyor olabilir.
Bununla birlikte, araştırmalara göre artık daha fazla sayıda insan, doğayla ve çevreyle uyumlu ürün ve hizmetleri talep ediyor; çalışanlar da, çalıştıkları firmalardan bu konularda duyarlılık bekliyorlar. Çevre konusunda daha bilinçli ve duyarlı bir nesil geliyor. Start Up’ların yaygınlaştığı bu dönemde yenilikçi yaklaşımlar daha hızlı bir şekilde hayata geçebiliyor. Doğanın ve toplumun ortak menfaatini önceleme fikri giderek yaygınlaşıyor. Bu bakımdan geleceğe dair umudumuzu korumamız gerekiyor.
(*) WWF’le ilgili ayrıntılı bilgi için: www.wwf.org.tr Dr. Sedat Kalem kimdir?
Eğitimci bir ailenin çocuğu olarak, 1965 yılında Tosya’da doğdu. Diyarbakır Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ne girdi. Peyzaj mimarlığı alanında yüksek lisans (Yıldız Teknik Üniversitesi, 1989) ve doktora (Ankara Üniversitesi, 2001) diplomalarına sahip olan Kalem,1988-1991 yılları arasında Türkiye’de yapımına başlanan otoyol projelerinde, 1991-1995 yılları arasında ise Körfez ülkesi Bahreyn’de önemli peyzaj projelerinin tasarımı ve uygulamasında görev yaptı. 1995 yılında Türkiye’ye dönerek Orman Genel Müdürlüğü Amenajman Dairesi’nde 2 yıl çalıştı. Ardından memuriyetten ayrılarak üçüncü sektör olan STK alanına geçti. Türkiye’nin önde gelen birkaç doğa koruma kuruluşundan biri olan WWF-Türkiye’de (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Proje Sorumlusu olarak 1997’de başladığı görevini 2008 yılından bu yana Doğa Koruma Direktörü olarak sürdürüyor. Aynı zamanda, Dünya Doğayı Koruma Birliği (IUCN) Ulusal Komitesi ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nda Doğa Bilimleri Komitesi Biyosfer Rezervi İzleme Grubu üyesi. Kalem’in doğa koruma alanında çok sayıda çalışma, makale ve söyleşisi bulunuyor.